Doğuştan veya sonradan engelli olmak veyahut süregen bir hastalıkla yaşamak... Yaşamımızda, içine doğduğumuz veya içinde bulunduğumuz bu ortamı, kişisel gelişim için bizlere verilmiş, bir çeşit araç olarak kabûl edebilir miyiz?
Evet, bundan 29 yıl önceki bakış açım ile gördüğüm tek şey "umutsuzluk" ve "çâresizlik" idi. ALS gibi bir hastalıkla nasıl yaşayacağım hakkında en küçük bir bilgim yoktu. Kitapları karıştırdıkça umutsuzluğum ve çâresizliğim artıyordu.
Geleceğim âdeta yok olmuştu. Kitaplarda yazılanları okudukça, yaşayacağım zorluklar gözlerimin önüne geliyor, onlarla asla baş edemeyeceğimi düşünüyordum. Kendi geleceğim, eşimin geleceği, doğacak kızımın geleceği, annem, babam, kariyerim... “Tanrım! Bu bir kâbus olmalı!” dediğiniz anlardan biriydi kısaca...
Tüm bunlarla, kendime saygımı yitirmeden ve tabir yerindeyse çuvallamadan baş edebilecek miydim?
29 yıl sonra bugünkü bakış açımla geçmişe bir göz attığımda gördüğüm o ki, hastalığım, benden götürdüklerinin yanında bana çok şey kattı. Bunu söylemek biraz abartılı gelebilir ancak en azından beni iyi yönde geliştirdiğini söyleyebilirim.
Modern psikoloji ve psikiyatrinin öncülerinden C. G. Jung şöyle diyor: Bir hastalık, yanlış odaklanmış egoyu tam anlamıyla ele geçirmeden terk edip gitmeyecektir. Kişi hastadır fakat hastalık aslında bu kişiyi iyileştirmeye yönelik olarak doğanın bir müdahalesidir. Buradaki asıl tezat, hastalığın kendisinden ziyâde iyileşme sürecimizden bir şeyler öğrenecek olmamızdır.
Burada, Jung’un affına sığınarak, küçük bir değişiklik yaptığımı itiraf etmeliyim: Jung'un "neurosis" terimi yerine daha genel bir terim olan "hastalık" kelimesini kullandım.
Bu yaptığımın çok da doğru olmadığını bilsem de profesyonel dostlarımın affına sığınıyorum.
Peki, benim egom nasıldı? Yâhut kendi ego tanımım ne denli objektif olabilirdi? Henüz egom ile hesaplaşmam sona ermediği için bu soru cevapsız kalacak sanırım. Bu arada kendim ile ilgili öğreneceğim çok şey var. Çünkü yolculuğum devam ediyor. Dedikleri gibi, “insan insanı yolculukta tanır”.
Hayatımızda bâzı şeyler bize göre istediğimiz yönde gitmiyorsa, en azından önünde bir engel olduğunu düşünürüz. Bu durumda ya yolumuzu değiştiririz ya da bir tavır ortaya koyarız. Her iki durumda da ruhsal bir gelişme gösteririz. Bir sonraki engele dek yeni yöntemler bulma yeteneğimiz zenginleşir.
Dışarıdan bakıldığında durumum pek iç açıcı değilmiş gibi görünüyor. Kendi başıma temel gereksinimlerimi karşılayamıyorum. Beslenme, tuvalet, temizlik, yatmak, kalkmak, sonunum cihazımın çalıştırılması, aspirasyon vs. Tam anlamıyla başkasına bağımlıyım. Ancak, bu görünüm sizi aldatmasın. İçimde yaşamın tüm renklerini, seslerini, kısaca yaşamın kendisini hissediyorum ve onunla doluyum. Öte yandan toplum içinde kendime göre bâzı görevlerim var. İnsanların sâhip oldukları sağlıklı bedenleri için minnettar olmaları gerektiğini ve hiçbir şeyin garantisi olmadığını hatırlamaları için bir fırsat olarak karşılarında duruyorum. Bu süreç yâni, öğrenme-öğretme süreci karşılıklı birbirini besleyen, çoğaltan bir özelliğe sâhiptir.
Atasözleri bunu benden daha öz anlatıyor: "Ne ekersen onu biçersin". Yâhut şöyle söyleyebilirim: İnsanlara gülümseyerek bakarsak gülümseyen yüzler görürüz.
Evet; yaşam âdil değil. Çocuklar kanser oluyor, henüz yaşama merhaba diyemeden elveda diyorlar. Kazalar, doğal felâketler, savaşlar, açlık vs. Ne, yaşadığımız acılar yaptıklarımızın cezalandırılmasının bir sonucu, ne de iyi koşullarda, sağlıklı bir yaşam sürmek, bizlere ödül olarak verilmiş bir ayrıcalık. Hepsi, yaşam okulunda öğrenilmesi gereken derslerle dolu birer sınıf…
Ruhsal gelişimimiz buna bağlı. Eğer yaşam, Tanrı’nın (Yaradan, Rab, Mevlâ, God, Tengri) ceza ve ödül (bizim beklediğimiz ve anladığımız anlamda) sistemi üzerine kurulu olsaydı, bizim için en ağır acılardan, dertlerden, hastalıklardan kurtulmak onun emri ile çok kolay olacaktı ve çevremizde her gün birilerinin durduk yerde bir hastalıktan kurtulmuş olduğunu, ayağı bacağı kopmuş bir savaş gâzisinin bir anda tekerlekli sandalyesinden kalkıp koştuğunu vs. görecektik. Oysa sistem ne yazık ki (veya iyi ki demek lâzım belki de) böyle çalışmıyor.
O hâlde, geriye başka bir gerekçe kalıyor yaşamın anlamına veya anlamsızlığına dâir.
Sistemin toplam mükemmelliği için, maddî, görünür, somut nedenlerden öte bâzı evrensel yaşam prensipleri olmalı. Gezegenimizde bildiğimiz pozitif bilimin sınırlarını genişletmekten başka, ruhsal gelişimimizi de elimizden geldiğince tamamlamalıyız. Bu amaçla yaşamdaki acılardan sevinçlerden bir ders çıkarmalı ve milyarlarca yıllık zaman boyutunun, matematiksel anlamda neredeyse ihmâl edilebilecek bir zaman kesiti olan 60–70 dünya yılında, bir insan ömrüne sığabilecek oranda kişisel bilgilenme görevimizi yerine getirmeliyiz.
Yanlış odaklanmış egoyu olması gereken yere getirmenin bir yolu da bu eğitimden geçmektir.
Günümüz dünyasında hızlı yaşayan insanların bireysel ruhsal gelişiminde gözden kaçırabilecekleri çok küçük ayrıntıları, bizim gibi zamanın kozmik akışına kendisini bırakmış gözlemciler belki yakalayabiliriz. Bu gözlem, insan soyunun mükemmelliğe ulaşmasında ola ki bir katkı sağlar.
Oturduğum yerden çevremi seyrederken ince ayrıntıları görme şansı olan bir grup insandan biri olarak, bir kum tânesinin hikâyesinden başlayabilirim. Belki de bir gün evrenin sırrını kum tânesinin içinde görebileceğim.
Kim bilir?
ALPER KAYA
Seferihisar - İzmir
Sevgili dostum Kerem Doksat’a teşekkür ederim.
(*) ALS (Amiyotrofik lateral skleroz)
Alper Bey,
YanıtlaSilÇok güzel ve gizemli bir yazı.
Hiçbir şey tesadüfi değildir. Ne Kastettiğimi en iyi siz anlarsınız.
Selam ve sevgiler.
Ünal Solay
Merhaba Ünal bey,
YanıtlaSilYazılarımın okunduğunu bilmek beni mutlu ediyor. Yorumlarınız, satır aralarını okuyan bir dostum olduğunuzu işaret ediyor. Kişisel gelişim veya ruhsal gelişim adı önemli değil, bu yolculukta sizler gibi bilge ruhlarla karşılaşmak da bu kazanımlarımdan biri.
Sevgilerimle
Alper